Gözün Bozuk Olup Olmadığını Nasıl Anlarız? Görmenin Felsefesi Üzerine Bir Deneme
Bir filozof sabah uyanır, pencereden dışarı bakar ve kendine şu soruyu sorar: “Ben gerçekten görüyor muyum, yoksa sadece görmekte olduğumu mu sanıyorum?”
İnsan gözünün bozuk olup olmadığını anlamak, yalnızca tıbbi bir mesele değil, aynı zamanda bir bilgi, ahlak ve varlık sorunudur. Çünkü görmek, yalnızca bir duyusal faaliyet değil; hakikati kavrama biçimidir.
Epistemolojik Bakış: Görmek Bilmek midir?
Görme, insanın dünyayla ilk temasıdır. Ancak filozof için bu temas, hiçbir zaman doğrudan değildir.
Epistemoloji —yani bilginin doğasını inceleyen disiplin— bize şunu öğretir: Göz, yalnızca veriyi toplar; anlam ise zihinde kurulur.
Bu durumda şu soruyu sormak gerekir: Gözün bozuk olması, bilginin de bozulması anlamına gelir mi?
Platon’un mağara alegorisinde insanlar gölgeleri görür, ama hakikati değil. Bu alegori, belki de gözün değil, zihnin bozuk olduğunu söyler bize.
Dolayısıyla “bozuk göz”, sadece bulanık görüntü değil; bulanık düşünce anlamına gelir.
Eğer gördüğümüzü sorgulamadan “gerçek” sayıyorsak, belki de en büyük görme kusuru içimizdedir.
Etik Perspektif: Görmek Bir Sorumluluk mu?
Etik, yalnızca neyin doğru neyin yanlış olduğunu değil, insanın eylemlerinde ve algılarında ne kadar sorumlu olduğunu da tartışır.
Bir insan “gözüm bozuk” dediğinde, bu sadece bir biyolojik eksiklik değildir; aynı zamanda bir etik duruşun eksikliğini de yansıtabilir.
Görmek, fark etmektir. Görüp de susmak, gözün değil vicdanın bozuk olduğunu gösterir.
O halde şu soruyu sormalıyız: Görmek istemediğimiz şeyler karşısında gözümüzü mi kapıyoruz, yoksa gerçekten mi göremiyoruz?
Toplumsal adaletsizlik, çevresel tahribat, eşitsizlik… Bunlar genellikle “göz bozukluğu” değil, ahlaki körlüktür.
Bir filozofun görevi, sadece görmek değil, görülmeyeni görünür kılmaktır. Çünkü görmenin etik yönü, hakikati arama cesaretinden doğar.
Ontolojik Boyut: Göz Varlığı Nasıl Yaratır?
Ontoloji —varlık felsefesi— bize şunu öğretir: Bir şeyin var olması, onun görülmesiyle anlam kazanmaz; fakat görünür olmak, varlığın bir kipidir.
Göz, yalnızca alıcı değil, aynı zamanda varlığın yaratıcı parçasıdır. Biz baktıkça dünya şekillenir; biz görmezsek, dünya eksik kalır.
Burada “gözün bozukluğu” yalnızca netlik kaybı değil, varlıkla ilişki kaybıdır.
Bir nesneye bakıp onu “görmemek”, onun varoluşunu reddetmektir.
Belki de en derin görme kusuru, dünyayı kendi gözümüzün sınırlarına hapsetmektir.
“Gerçek, gözün değil, bakışın derinliğinde gizlidir.”
Bir filozofun gözleri bozulabilir, ama bakışı asla bulanık olmamalıdır. Çünkü ontolojik olarak bakmak, varlığı onaylamaktır.
Beden ve Zihin Arasında: Modern Körlük
Teknolojinin hâkim olduğu çağımızda, gözümüz hiç olmadığı kadar açık, ama zihnimiz hiç olmadığı kadar kapalı.
Ekranlar, imgeler, filtreler… Hepsi bir tür modern yanılsama yaratıyor.
Göz artık hakikati değil, tasarlanmış gerçekliği görüyor. Bu durumda asıl soru şu: Artık neyi “göz bozukluğu” olarak tanımlıyoruz — biyolojik bir eksikliği mi, yoksa farkındalığın yitirişini mi?
Gerçek görme, yalnızca retinanın sağlıklı olmasıyla değil, bilincin açık olmasıyla mümkündür.
Felsefi olarak “gözün bozukluğu”, insanın hakikati görememesiyle eşdeğerdir.
Sonuç: Göz Bozukluğu Bir Kusur mu, Uyarı mı?
Gözün bozuk olup olmadığını anlamak için aynaya değil, içimize bakmalıyız.
Çünkü asıl bozukluk, dış dünyanın flu görünmesi değil; hakikatin bulanıklaşmasıdır.
Etik olarak, görmek bir sorumluluktur. Epistemolojik olarak, görmek bilmek değildir. Ontolojik olarak, görmek var etmektir.
Şu soruyla bitirelim: Belki de gözümüz değil, kalbimiz bozuk… Peki, kalbi bulanık olan biri, dünyayı nasıl net görebilir?